Fatih Murat Arsal | Röportaj | GKBT #18

, , No Comments



Öncelikle yoğunluğunuz arasında röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. 

 Röportajların olmazsa olmazı, gelenek halini alan soruyla başlamak istiyorum. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Fatih Murat Arsal : Zor bir soru… Bir meslek lisesinde öğretmenlik yapan, evli ve bir çocuk babası, kendi halinde bir adamım. Roman yazmayı çok sevmekle beraber, öğretmenliği yaptığım en iyi iş olarak görüyorum. Sevmeden yaptığım tek bir gün bile olmadı. Kişisel olarak durgun bir yapım olmasına rağmen, gülen insanlarla birlikte olmayı, sinemaya gitmeyi, bolca gezmeyi, kitap okumayı, spor yapmayı severim. Uygun ortamda sanırım gevezeyim de :) Resim yapmak ve bilgisayar hobilerim arasındadır.



Birçok röportaj ve söyleşi de anlatmışsınızdır fakat kitaplarınızla yeni tanışmış okurlarınız için yazmaya nasıl başladığınızı sormak istiyorum. :) 
F.M.A : Uzun zaman önce, ciddi anlamda yoğun günler yaşıyordum. Elazığ Halk Eğitimi Merkezinde yoğun bir şekilde derslere girerken, bir yandan da bilgisayar programları yazıyordum. Zaman zaman üniversitede, polis okulunda ve hatta cezaevinde derslere girdiğim, bazen de projeler için il il gezdiğim yoğun bir dönemdi. Dört beş saat uykuyla gezdiğim günlerdi. Ancak bir ramazan günü hiçbir işimin olmadığı garip bir dönem oldu. Tıpkı bir hortumun merkezindeki sıfır noktası gibi… Sessiz, sakin, pasif… İşte o zaman yıllardır ara verdiğim roman okuma ihtiyacıma yöneldim. Oruçlu iken de kitap okuyarak iyi zaman geçiyordu doğrusu. Okuduğum ilk kitap güzeldi. İkinci ve üçüncü kitabı sevmedim, bıraktım. Sevmediğim bir romanı okuyamam ben. Dördüncü roman iyi başladı. Fakat ilk elli sayfadan sonra öyle saçmaladı ki, sinirlendim. İyi bir konu ve iyi bir giriş rezil edilmişti. Üstelik de kadın yazarın yazdığı bir iki cinsel sahne o kadar kötü ve saçmaydı ki… Erkek karakter de, o kadar erkeklik dışı bir ruh haline ve tavrına sahipti ki! Kadın yazar tamamen hayalindeki robot erkek tipini yazmıştı. Hem günlük hayatta hem de yatakta. Fakat komik ki anlattıkları, erkekleri ve cinselliği hiç bilmediğini gösteriyordu. Tamamen atmasyondu. Belki eline erkek eli bile değmemişti. Ben de biraz okuduktan sonra, kitabı elimden bıraktım. “Yok artık!” diye homurdandım. Bu kadar olmazdı. “Ben bile daha iyisini yazarım” dedim. Sonra, bir iki gün sonra, sabah namazından hemen sonra laptop kucağımdayken başladım… 
Genç adam asık bir suratla, üzeri artık karla kaplanmaya başlamış olan, parlak gri renkli cipine doğru yürüdü. Arabanın önünden geçerken, sağ tarafta bulunan, belli belirsiz gözüken ezik kaportaya gözü ilişti. Sıkıntıyla dişlerini sıktı. Kar altında durup, pahalı kabanını sert hareketlerle çıkardı. Arabanın arka kapısını açıp öfkeyle içeriye fırlattı. Arkasında kalan insanlara aldırmadan arabanın ön koltuğuna yerleşti. Anahtarı yuvasına sokup motoru çalıştırdı. Günlerden perşembeydi ve hava da oldukça soğuktu. Her yerde kar vardı. Zaten başına bütün belayı bu lanet olası kar açmıştı. Hâlbuki birkaç hafta öncesine kadar kar yağışını ne kadar da severdi. Gözünün ucuyla yana baktığı zaman, buharlaşmış camdan zar zor, dışarıda iki kadının birbirlerine üzgünce sarıldıklarını fark etti. Dişlerini sıktı. Homurdanarak söylendi. “Ağlayacak ne var? Nasılsa çirkin kızınızı istediğiniz gibi, zengin birisiyle evlendirmeyi başardınız! ” O sabah yazdıkça yazdım. Baktım ki dinleniyorum, akşam yine yazdım. :) İftardan sonra da yazdım. İki ay içinde bitirdim sanırım. Anladım ki, yazmayı seviyorum ve keyif alıyorum. İlk romanım bitince, ardından yeni romana başladım. Bir baktım bir sene içinde dört beş tane olmuş. Yazdıklarımı bastırmak veya yayınlamak gibi bir düşüncem hiç yoktu. Tamamen kendiliğinden gelişen bir olaydır. Cinselliği de ilk romanıma bilerek ekledim. Sanki o kadın yazara doğruyu göstermek istemiştim. Romanlarımı internette paylaştığımda da, cinsel kısımları için çok az olumsuz tepki aldım. O dönemde böyle şeyleri yazanlar pek yoktu. Ben tarzımı değiştirmeden yazmaya devam ettim. Hiç bilgisi olmayanlar okurlarımız, bu işi işkembeden atan yazarların yazdıkları dışında bir şeyler öğrensin, erkek dünyasını kavrasınlar istedim. El ele tutuşmanın ve küçücük bir öpücüğün bile cinsellik olduğunu, özel bir iletişim türü olduğunu bilsinler istedim. Ama bu yolda, erkek bir yazar olmanın zorluklarını da yaşadım. Zamanla benim gibi yazanlar da oldu. Hatta daha ileri yazanlar… İnsanlar artık bu tarza alıştı sanırım. Şimdilerde pek eleştiren olmuyor. İnanın genellikle bunları evliliğinde yaşamayan bazı kadınlar mızıldanıyor. Eh, yazdıklarımızdan herkes memnun olacak diye bir şey yok. :) Böyle işte… Başlangıcım, tamamen bir kadın yazarın yazdıklarına kızdığım içindir. :) Ve o yüzden de bilmediğim konuları yazarken ciddi araştırmalar yapıyorum. Bilmediğimiz şeyleri yazmak doğru değil bence.


Kitaplarınızdaki karakterleriniz birbirinden güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler, çoğumuz okurken “Böyle insanlar yeryüzünde bulunmaz!” gibi cümleler kuruyoruz. Bu konuda okurlarınızdan ne gibi tepkiler alıyorsunuz? Ve bu karakterler nasıl oluşuyor merak ediyorum doğrusu? :) 
F.M.A : Benzer tepkileri ben de alıyorum. Çok güzeller, çok yakışıklılar, mükemmeller gibi. Oysa hepsi öyle değiller. Yanık yüzlü adamımız var mesela. Kırlaşmış saçları ile itici olabilecek Tahir’imiz var. Alaycı siyah-yeşil gözleri ile aşka inanmayan Doğan… Kötü kalpli Ateş… Kırmızı saçlı Gülay gerçek hayatta sevilmeyebilir. Beyaz saçlı Güney itici olabilir. Benim bu adamları ve kadınları yazarken diğerlerinden farklı yazdığımı iddia etmek doğru değil. Çok sevdiğim yazar dostlarım Asude’nin, Meral Kır’ın, Müjde Aklanoğlu’nun ve tüm diğer yazarların kâğıda döktüğü karakterler kısa boylu, şişman ve keller mi? Onlar da yakışıklı ve güzeller. Hatta belki daha da güzeller. :) Biz macera romanı yazmıyoruz ki! Biz aşk romanı yazıyoruz. Doğal olarak biraz yanlıyız. Ama nedense bu sözler hep benim için söyleniyor. Neden güzel? Neden yakışıklı? Anlamakta zorlanıyorum. Hatta neden genç, neden bakire vs. Sanırım bu eleştirilerin sırrı, yazdığım kelimelerde gizli. Tam sır nedir bilmiyorum ama bazı kelimeler sanırım okurları etkiliyor. Çünkü ben bir kahramanı diğerinin gözünden yazmayı seviyorum. Mesela… “Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Bakışları etkileyiciydi” yerine… “Uzun boyuyla tepesinde dikilen adamın yakışıklılığı, nefesini kesti. Bakışları yüreğini delip geçecek kadar farklıydı.” … gibi cümleler kuruyorum. Aynı şeyi anlatıyorum aslında. Fakat kadın karakterin gözünden yazınca, siz de o adamı farklı görüyorsunuz. Benim tahminim bu yönde. Eğer başka bir şey fark eden varsa bana da yazsın lütfen. :) Karakterlerimi nasıl tasarladığım ise ayrı bir olay. Ama bir elmanın iki yarısı olacaklarsa bile, asla aynı karakterlerde olmamasına çalışıyorum. Ayrıca özellikle birbirini dengeleyecek karakterler olmasına uğraşıyorum. Mesela Osman’ı Gülay’dan başkası, Ateş’i Ecrin’den başkası yumuşatamazdı. Kara’nın aklını Tuğçe’den başkası karıştıramazdı. Aslan yürekli Tahir’i Güney’in naifliği ancak böylesine kedi gibi yaptırırdı. Ve uysal koyun arayan Doğan’ı da ancak Pınar gibi vahşi bir kadın hayatta tutabilirdi. Örnekler arttırılabilir. Bu kişiler çevremde var mıydı diye sorarsanız, birebir olmasa da gölgelerini kesinlikle gördüm. Varlıklarını hayatımda hissettim. Gençken gemicilik yapan, cezaevinde ders veren, ülkenin her yerini gezen bir adam olarak çok kişiyle tanıştım, dost oldum, özelliklerini keşfettim. Çevrenizde mutlaka benzerleri vardır. Ama iyi bakmak lazım. :)


Kitaplarınız arasında bağlantılar oldukça fazla. Her bir karakter diğerini tanıyor, dost-arkadaş ilişkisi içerisinde oluyor. Bu durum kurgu konusunda sizi zorluyor mu? 
 F.M.A : Aslında aile kalabalıklaştıkça, inanılmaz zorlaşmaya başladı. Bir kahramanı bir romanda eklemeniz sadece isimle olmuyor. Kişisel özelliklerini çok iyi hatırlamanız, konuşmasına ve hatta gülümseyişine kadar çok iyi tarif etmeniz gerekiyor. Ciddi Tahir’in bir başka romanda kıkırdayarak sürekli güldüğünü düşünsenize! :) Üstelik kalabalıklaştıkça olaylar da bulmaca gibi iç içe girmeye başlıyor. Doğumlar var, ölümler var, evlilikler var… Yine de böyle yazmak hoşuma gidiyor. Herhangi birisini bir romana eklediğimde, o karakterin bana gülümseyip göz kırptığını, adeta yaşadığını hissediyorum.

 Şu ana kadar yayınlanan kitaplarınız aşk türünde. Farklı bir türde yazmayı denediniz mi ya da ilerisi için yazma düşünceniz var mı?
F.M.A : Çok ciddi bir projem var. :) Macera gerilim tarzında düşünüyorum. Kurgusu, erkek kahramanının özellikleri belli. Bir seneden fazladır aklımda. Ama ondan önce gün yüzüne çıkmayı bekleyen Aşka Dönüş, Çığlık gibi hazır romanlarım var. Belen ile Aydan’ı küstürmemek lazım. Her şey sırasıyla inşallah. 

 İtiraf etmem gerekirse kitaplarınızı okurken erkek karakterler bana biraz sizi anımsatıyor. Oluştururken kendinizden bir şeyler katıyor musunuz? Ve kendinize yakın hissettiğiniz bir karakter var mı? 
F.M.A : Bana benzemese şaşardım zaten. Ve yine bana benzediği için sizler okurken zevk alıyorsunuz. Burada “bana” derken, Türk erkeğinin tepkileri, davranışları olarak söylüyorum. Yoksa onlar gibi yakışıklı, boylu poslu olduğumu asla iddia etmiyorum. Her hangi bir anda, ben böyle davranırdım diyerek erkek karakterin davranışını planlıyor, ben böyle söylerdim veya bunu söylemezdim diyerek yazıya döküyorum. Kendi kişiliğimin dışında bir davranışı yazarken cidden zorlanıyorum. Aslında farklı davranmak çok kolay ama ben yapamıyorum işte. Fiziksel olarak bana benziyorlar mı peki? Belki… Bir erkeği tarif ettiğimde, illa ki bir iki fiziksel özelliği bana benzeyecektir. Yüzümdeki yara, saçlarımdaki kır (aslında artık bembeyaz :) ), esmerliğim, asık suratlı görünümüm, kemikli bir yüz… Çoğu erkekte olan şeyler.



Yazarlar için kitapları arasından seçim yapmak zordur ama sizin için yeri ayrı olan bir kitabınız var mı? 
F.M.A : Su gibi kolayca yazdığım tek kitap, Şahane Gelin’dir. İlk göz ağrım… Belki onu azıcık daha fazla seviyor olabilirim. Özel bir büyüsü vardır. Onunla başlayan okurlarım genellikle diğer kitaplarımı da alırlar. Erkek okurlar da severler. Şimdilerde yazdığım yeni romanım, ismi bende saklı şimdilik, Zafer ve Zeynep’in hikayesi de aynı akıcılıkla devam ediyor. O da böyle bir özel roman olacak sanırım. Yazarken en çok emek verdiğim romanlar ise YGİ ve 2MH kitabıdır. Cidden çok uğraştım onlar için… Diğerlerinin hepsi için de benzer değerler, farklılıklar bulabilirim. Kısacası hepsini ayrı severim :)  

Okuduğunuz kitaplardan keşke ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı? 
F.M.A : Hiç olmadı. Her yazarın bir dili vardır. Konunun güzelliği açısından değil de, belki dil konusunda insan imrenebilir. Bu yüzyılda yazdığımız konuların hiçbirisi yeterince orijinal değildir. Faks yerine mesaj eklenir, teleks yerine telefon gelir. At yerine araba ifadesi olur. Köşk yerine apartman yer alır. Ama konu aynı kalır. Yani “keşke ben yazsaydım” dediğim bir roman konusu olmaz. Tarih boyunca zaten yüzlerce kere yazılmıştır. Sadece o konunun anlatımı fark eder. Sadece dili için, keşke ben de böyle anlatsaydım diyebiliriz. Fakat beni tanıyanlar bilir. Ben aşk romanı yazıyorum. O yüzden aşk romanı asla okumam. Sırf dilim, tarzım değişmesin diye. Sırf “Ben de keşke böyle yazsaydım!” dememek için.

Son olarak okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? 
F.M.A : Onlar yazdıklarımı okurken zevk almaya devam ettikçe, ben de yazmaya devam edeceğim inşallah. Bu işe ne para için, ne de ünlü olmak için başladım. Sadece insanların mutluluğu ile beslenen bir yazarım. Minicik bir yorumun bile bizi ne kadar mutlu ettiğini bilemezsiniz. İnşallah zevkler karşılıklı devam ettikçe, bizler uzun yıllar farklı maceralarla görüşmeye devam edeceğiz.:) Sevgilerimle.

Son olarak yazarımıza "En"lerini sormuştum. Yanıtı beni çok etkiledi. :) 
F.M.A : “En”ler konusunda çok yardımcı olamayacağım. Cidden. Ben asla tekil bakış açısına sahip olamadım. Birden fazla filmi, yazarı, kitabı severim. Yemek konusunda da öyle, asla tek yemeğe takılmam. Çünkü yemeyi genel olarak severim. İnsanın hayatında sadece tek bir şey “tek” olmalı. O da ailesi ve onlara verdiği değer. :)






0 yorum:

Yorum Gönder